Ana içeriğe atla

Okja

Bong Joon Ho yaratık filmlerini yapı bozuma uğratarak kendi post-modern sinema dilini yarattığı “Gwoemul” ile dikkatleri üzerine çektikten sonra “Madeo” ile Güney Kore sinemasının önemli yönetmenlerinden bir tanesi oldu. Daha sonra Hollywood’a transfer olarak Snowpiercer’i kotaran yönetmen yeni filmi için Netflix ortaklığına girerek Okja ile kendi sinemasının kodlarını üretmeye devam ediyor.
Okja günümüz global şirketlerinin bizleri bunaltan pazarlama stratejisini merkeze almış bir yapım. Hepimiz her gün mailimize düşen doğayı korumak elimizde, bu ürünü alarak doğayı korumaya katkıda bulunun gibi çeşitli kampanyalarla ürün pazarlayan şirketlerden doğadan yana tavır koyan şirketi seçmemiz konusunda sübliminal bir baskıya maruz kalıyoruz. Artık seks yada kadın bedeni değil “sosyal sorumluluk” projeleri satıyor. Okja ise doğayı korumak üzerinden gerçekleştirilen bu sosyal sorumluluk projesi kapsamında şirketlerin arka planında işleyen acımasız üretim yöntemleri ve bu sosyal sorumluluk imajını deşifre ediyor.
Tabi yönetmenin sinemasına hatırı sayılır bir etkisi olan “aile” kavramı ise yine Okja’nın da merkezinde yer alıyor.
Sonuç olarak Okja filmi de dünyayı kirleten, sömüren global bir şirket tarafından finanse edilmiş bir yapım. Bunu Netflix’in elli milyon dolarlık masumane bir sosyal sorumluluk projesi olarak okumak ya da Bong Joon Ho’nun kariyerinde Hollywood içerisinde ufak bir adım olarak okumakta izleyicinin seyrine kalmış bir durum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas