Erkan:
Yemek filmlerini, seçtiğimiz film
için uygun bulduğumuz konseptteki bir mekânda konuşmaya devam ediyoruz. Bu
seriye Ratatuille ve Chef ile başlamıştık, sırada 2009 yapımı “I am Love”
orijinal ismiyle “Io sono l'amore” var. Filme geçmeden önce dilersen ilk olarak
mekânımız hakkında konuşalım biraz. Neden “Ravouna 1906”?Canan:
Ravouna 1906, hem filmi konuşabileceğimiz hem de filmin konseptine uygun bir mekân araştırırken karşıma çıktı. Gurme-blogger arkadaşlarımın paylaşımlarından aşinaydım buraya. I am Love’da ki enfes görüntülerle örtüşebileceğini düşündüm. Ama beklentimin çok çok üzerinde çıktı.
Erkan:
Art Nouveau tarzındaki binaya baktığınızda etkileniyorsunuz fakat dışarıdan hiç de muhteşem bir İstanbul manzarasına sahipmiş gibi gözükmüyor aslında (Gülüşmeler).
Filmimiz 2009 yapımı ama ülkemizde 2011 yılında vizyon yüzü görebilmiş. Filmi yeni mi izleme fırsatı buldun yoksa daha önce izlemiş miydin?
Canan:
Filmi ilk olarak 2011 yılında izledim. Bazı şeyler silikleşmiş ama o 50mm’lik görüntüler hep zihnimde kalmış, filmin adı geçtikçe hep aklımda beliriyordu. İlk izlediğimde oluşan görüşlerim çok değişmedi ama yeni şeyler de keşfettim.
Filmi ilk olarak 2011 yılında izledim. Bazı şeyler silikleşmiş ama o 50mm’lik görüntüler hep zihnimde kalmış, filmin adı geçtikçe hep aklımda beliriyordu. İlk izlediğimde oluşan görüşlerim çok değişmedi ama yeni şeyler de keşfettim.
Erkan:
Neler keşfettin?
Neler keşfettin?
Canan:
Filmi ilk izlediğimde daha çok kadın
karaktere odaklıydım. Kadının Rusya’dan İtalya’ya bir evlilikle gelmesi, adının
değişmesi, tam bir İtalyan olması… hatta gerçek adının bir kere bile telaffuz
edilmemesi gibi detaylar beni çok etkilemişti. Nev-i şahsına münhasır ama bir o
kadar da edilgen bir kadın olmasına takılıp kalmıştım.
Erkan:
Zaten filmde bu geleneksel İtalya
ailesine karşı edilgen olmadığı tek an (Antonio ile yaşadığı ilişkiyi bunun
dışında tutarak söylüyorum) en sonunda gittiği andı.
Canan:
Ben Emma’nın Antonio ile olan ilişkisinde
de edilgen olduğunu düşünüyorum. Dokunan öpen genelde o değil Antonio mesela.
Genel olarak kendini karşısındakinin inisiyatifine bırakan bir hal var bu
kadında.
Erkan:
Zaten Antonio ile buluşmasının ertesinde
flashbackli bir otel sahnesi vardı. Yüzünde aşkın tebessümü ve bir taraftan da
çekingen ve ürkek bir bakış vardı.
Canan:
Mesela ilk izlediğimde sevmediğim bir
detay vardı, ikinci izleyişte tamamen değişti. Kadın/anne, oğlunun arkadaşıyla
yasak bir ilişki yaşıyor. Kendinden genç bir erkek. İki tabuyu birden tek
seferde devirme söz konusu. Tabu dememin nedenini açmama gerek yok. Sadık bir
kadının ve annenin kutsallığını en çok sinema dert eder… Bu “ihanetin” ardından
gelen sahnede ise Edoardo’nun, annesiyle arkadaşının ilişkisini öğrenir
öğrenmez öldüğünü görüyoruz. İlk izlediğimde ailesini aldatan Emma’nın
“annelikle” cezalandırıldığını düşünmüştüm. Bu beni çok rahatsız etmişti. Ama
dün gece yeniden izleyince kadının yaşadığından hiç pişman olmadığını, üzerine
yıkılmaya çalışılan malum lanete hiç bulanmadığını gördüm. Oğul öldü ama hayat
kaldığı yerden devam etti.
Erkan:
Ben bu noktada Emma’nın “kutsal aileye” yaptığı bu aldatma
eyleminin çok cezalandırıldığını düşünmüyorum açıkçası. Emma’ya en yakın
karakter büyük oğlu Edoardo. Hatta Edoardo’nun Emma’ya çok benzediğine dair
aile içinden mesajlar da işitiyorduk. Yani bu, geleneksel aile içerisinde
aykırı duran iki karakter aslında. Ben Edoardo’nun da ilginç bir karakter
olduğunu düşünüyorum. Tabi film Emma (Tilda Swinton) üzerine kurulu ama onunla
birlikte en ilginç karakter bence.
Canan:
Neden?
Neden?
Erkan:
En başından başlayalım istersen. Film bir
kere kışla açılıyor. Yani kışın yaptığı çağrışım; kar tarafından bazı şeylerin
üstünün örtüldüğü şeyler… En kötü şeyi bile beyaza boyayarak her şeyi gizleme
gibi bir özelliği var kışın. Bu gizin altında ise Milano’da tekstil işiyle uğraşan
ağır geleneksel bir İtalyan ailesi var. Büyük baba işin köklerini II. Dünya
savaşı zamanından başlatarak geliştirmiş. Büyük babanın doğum günü kutlaması
sebebiyle büyük bir yemek düzenleniyor. Bu noktada Edoardo’nun filme dahil
olduğu nokta çok ilginç. Girişi, at yarışı müsabakasında ikinci olarak yapıyor.
Zaten söylentiler ondan önce geliyor. Bir kere Edoardo, ailenin kazanma
geleneğine aykırı bir karakter. Kaybetme sebebi birkaç kez soruluyor ve hatta
kaybetmemenin geleneklerinde olduğu doğrudan yüzüne söyleniyor. Bu yüzden Emma’nın o aykırılığına Edoardo’yu yakın buluyorum. Bu anlamda ailenin kızı
Elisabetta’yı da aykırı buluyorum ama hem annesi hem de abisi kadar cesur
bulmuyorum.
Canan:
Emma’yı neden cesur buluyorsun?
Erkan:
Bir kere böylesine geleneksel bir İtalyan
ailesinin içerisinde yasak bir ilişki yaşıyor. Bunun açığa çıkmasından da
rahatsız olmuyor. Hatta geleneksel kalıp ne der; ''erkek kadının peşinden koşar.''
fakat Emma’yı Antonio’nun peşinden koştururken bile görüyoruz. Antonio’yu
takip sırasında bir kitapçıdan çıkarken çarpıştığı bir sahne vardı mesela.
Canan:
Bu kısım benim için çok muğlak.
Bu kısım benim için çok muğlak.
Erkan:
Filmin başına tekrar dönelim istersen. O gece Edoardo’nun at yarışını kaybetmesinden sonra ikinci bir darbe geliyor. Ailenin kızı Elisabetta'nın, ressamlığı bırakarak fotoğrafçılığa başladığını, dedesine hediye ettiği fotoğrafla öğreniyoruz. Aile için bu ikinci bir şok dalgası oluyor. Aslında bu iki olay yaşattığı artçılarıyla filmin ilerleyen bölümlerinde yaşanacak büyük depremi haber ediyor. Bu şok dalgalarının ardından büyük baba artık emekliliğini ve yerine kimlerin geçeceğini açıklıyor. Beklenildiği üzere yerini oğlu Tancredi’ye bırakıyor ve ikinci isim olarak da torunu Edoardo’yu açıklıyor. Zaten büyükbabayı canlı gördüğümüz tek sahne de bu; kış bölümündeki görkemli yemek sahnesi.
Filmin başına tekrar dönelim istersen. O gece Edoardo’nun at yarışını kaybetmesinden sonra ikinci bir darbe geliyor. Ailenin kızı Elisabetta'nın, ressamlığı bırakarak fotoğrafçılığa başladığını, dedesine hediye ettiği fotoğrafla öğreniyoruz. Aile için bu ikinci bir şok dalgası oluyor. Aslında bu iki olay yaşattığı artçılarıyla filmin ilerleyen bölümlerinde yaşanacak büyük depremi haber ediyor. Bu şok dalgalarının ardından büyük baba artık emekliliğini ve yerine kimlerin geçeceğini açıklıyor. Beklenildiği üzere yerini oğlu Tancredi’ye bırakıyor ve ikinci isim olarak da torunu Edoardo’yu açıklıyor. Zaten büyükbabayı canlı gördüğümüz tek sahne de bu; kış bölümündeki görkemli yemek sahnesi.
Canan:
Ve meydan Ruslara (Rus kanı taşıyanlara) kalıyor. (Gülüşmeler)
Ve meydan Ruslara (Rus kanı taşıyanlara) kalıyor. (Gülüşmeler)
Erkan:
Film bu noktadan sonra ilkbaharla
açılıyor. Karın ortadan kalkması ve ilkbaharın başlaması bir devrin sonunun (büyük
babanın ölümü) habercisi olmasının yanında kışın gizlediği o sırların yavaş
yavaş ifşasına neden oluyor. İlk olarak, Elisabetta’nın lezbiyen olduğunu,
Emma’nın kuru temizlemede Edoardo’nun ceketinde kızının O’na yazdığı notu
tesadüfen bulup okumasıyla öğreniyoruz. Yani büyükbabanın ölümü birçok anlamda
değişikliği beraberinde getiriyor. Bunu iş anlamında da görüyoruz mesela. O
geleneksel aile şirketi globalleşme, dünya çapında marka olma ve yeni ortaklar
bulma yoluna giriyor. Ben birazcık filmi şu şekilde okuyorum; Bu ailenin
kökleri modernizme(bir nev-i İtalyan faşizmine) dayanıyor. Yani kapitalizmden,
küresel sermayeli kapitalizme dönüşmeye çalışan bir şirketten bahsediyoruz.
Bunun önündeki en büyük engel ise eski toprak büyük baba. O’nun ölümüyle birlikte
bu süreç de hızlanmış oluyor. Bununla birlikte artık özgürlükler çağındayız.
Piyasalara yansıyan bu özgürlük hayatlara da yansıyor. Edoardo tepenin başında
bir restoran işletme hayalleri kurabiliyor. Ailenin kızı eşcinsel olduğunu fark
edip, bu şekilde hayatını yaşama (sancılı bile olsa) kararı alabiliyor. Bu
anlamda film günümüz dünyasını oldukça güzel özetliyor. Mesela Antonio ile
Edoardo’nun dağın başındaki mekandaki konuşmasını hatırlayalım. Antonio,
babasının burada bir restoran açma fikrine soğuk baktığından bahsediyor. Bu
işte tam olarak postmodernizme aykırı bir durum aslında. Çünkü postmodern kafa
tam olarak şunu söyler; ''evet restoranı buraya aç! Burada yemek yemeyi
insanlara yepyeni bir deneyim olarak sun.'' Aslında film işte bu dönüşümün de
hikayesi biraz.
Canan:
Bu filmi konuşmamızın asıl nedenine gelelim bir de. Yemek sahneleri için ne düşünüyorsun? Yemek görüntülerinde net bir şekilde hazza odaklanılmasını çok sevdim.
Bu filmi konuşmamızın asıl nedenine gelelim bir de. Yemek sahneleri için ne düşünüyorsun? Yemek görüntülerinde net bir şekilde hazza odaklanılmasını çok sevdim.
Erkan:
Zaten yemeğin insanda iki önemli önceliği
var; birincisi temel ihtiyaç, diğeri ise
haz. Film temel ihtiyaç önceliğinden çok senin de bahsettiğin gibi haz kısmıyla
ilgileniyor.
Canan:
Emma’daki uyanışı, Antonio’ya olan
ilgisini de yemek yediği anlarda gördük. İfade etmesi çok zor ama bir çiçeğin
sulanıp açması gibi, Emma’nın da bu uyanışı en çok restoranda kendinden geçerek
yemek yediği anda hissediliyordu.
Erkan:
Filmin çok garip bir havası var. Aşk var
içinde, bir taraftan güzel yemekler görüyoruz. Mevsim geçişleri hikâyenin
dramatik yapısına iyi yedirilmiş. Bu arada filmin dramatik yapısı için de
oldukça önemli olan “Ukha çorbası” hakkında da konuşalım biraz. Ukha çorbası
Emma’nın topraklarından sebzelerle zenginleştirilmiş bir balık çorbası aslında.
Birçok yemek bloğu sayfasında çorbanın tarifine ulaşmak mümkün.
Canan:
Çorba sanıyorum annesiyle arasındaki özel bir bağa dönüşmüş. Çorbayı kendine özel bellemiş olabilir. En yakın arkadaşının yapması, annesinin ona özel bir şeyi yaşıtı arkadaşına vermesi ve üzerine annenin yasak aşk yaşadığı gerçeği birbirine geçiyor. O tepkisi belki de annesinin ihanetine değil de kendisine özel olduğunu düşündüğü çorbanın bir başkasıyla paylaşılması olabilir. Çok kompleks bir kesişim; birbirinden ayırması zor.
Çorba sanıyorum annesiyle arasındaki özel bir bağa dönüşmüş. Çorbayı kendine özel bellemiş olabilir. En yakın arkadaşının yapması, annesinin ona özel bir şeyi yaşıtı arkadaşına vermesi ve üzerine annenin yasak aşk yaşadığı gerçeği birbirine geçiyor. O tepkisi belki de annesinin ihanetine değil de kendisine özel olduğunu düşündüğü çorbanın bir başkasıyla paylaşılması olabilir. Çok kompleks bir kesişim; birbirinden ayırması zor.
Erkan:
Benim için dikkat çekici bir detay vardı.
Filmde ailenin İtalyan faşizmine olan bağına yapılan göndermeyi çok beğendim.
Özellikle ailenin isminin Recchi olmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum.
Fabrika’da Edoardo ve kardeşi arasında bir diyalog yaşanıyordu. Fabrikanın işçi
çıkarmasına Edoardo şiddetle karşı çıkıyor ve insanların mağdur edilmemesi
gerektiğini savunup, büyükbabasının buna asla izin vermeyeceğinden bahsediyordu.
Fakat kardeşi bunun gerekli olduğunu ve büyükbabalarının da İtalya faşizmiyle
olan iyi ilişkilerini işaret ediyordu. Büyük baba Nazilerin Yahudilere
uyguladığı politikaların İtalya’daki yansımalarından (işgücü anlamında)
yararlanarak fabrikasında Yahudileri gönül rahatlığıyla kullanmış. Hitler’in hüküm sürdüğü dönemin “Reich”
olduğunu düşünürsek. Ailenin bu faşizmle olan bağını Recchi soy ismi iyi bir
şekilde vurguluyor.
Canan:
''Bırakınız yapsınlar'' ailesi yani.
Erkan:
Aynen. Hatta bu durumdan büyük bir çıkar
da elde edilmiş. Şirketin büyümesi ve zenginleşmesi gibi…
Canan:
Sen tepeden bakıp aileyi iyi okumuşsun. (Gülüşmeler)
Ben karakter tepkilerine çok takılıp kalıyorum. Mesela I am Love’da en sevdiğim
şey, başta da söylediğim gibi Emma’yı yasın karşısına koyma biçimi oldu.
Edoardo’nun arkadaşı ve annesi arasında olan yasak aşkı öğrenmesi sahnesi
sonrasında ölümü, geleneksel anlamda Emma’ya kesilmiş bir ceza olarak okunur.
Şehvetli kötü kadının cezalandırılması mitler içerisinde de sinemada da
fazlasıyla kullanılır. Fakat bu ölümün ardından hala ben Antonioni’yi seviyorum
diyebilmesi güzel bir sahneydi. En başta Emma edilgen demiştim. Bu sahneyle
birlikte artık bir nevi bağımsızlığını ilan ediyor. Annesin, sana yüklenen
görevleri elinin tersiyle itiyorsun, yasak bir aşk yaşıyorsun ve bunun sonucu
olarak oğlunun ölümüyle cezalandırılma teşebbüsü görüyorsun. Fakat film, geleneksel
sinemanın yaptığını yapı-bozuma uğratıyor, kadını cezalandırmıyor. Ve
yaşadıklarından pişmanlık duymuyor.
Erkan:
Ben Edoardo’nun ölümünün filmin sonunu
çok çok daha vurucu yaptığını düşünüyorum.
Canan:
Pişmanlık ya da suçluluk hissetmemesi
güzeldi.
Erkan:
Zaten trajediyi ne kadar güçlü kılarsan,
final de o kadar ihtişamlı olur.
Canan:
Sence hikâye nasıl devam etmiştir.
Erkan:
Hikâye mağarada devam etti. (Gülüşmeler)
İki ana karakter açısından düşünürsek. Emma aşkı buldu O’nun için işler iyi
gitti ama oğlunun acısını yaşamış oldu. Edoardo ise filmin en trajik sonuna
sahip oldu.
Canan:
Elisabetta peki?
Erkan:
Elisabetta’nın durumu da trajik.
Açılabildiği, kendisini ifade edebildiği iki kişi vardı. Annesi ve Edoardo;
Edoardo malum öldü. Anne ise aileyi terk etti.
Canan:
Kızı neden trajik buluyorsun?
Erkan:
Yaptığı hiçbir şeyi kabullenmeyen bir
aile var karşısında.
Canan:
Ama O kendini kabul etmiş ve çok net.
Erkan:
Ben de kendisiyle barışık olduğunu
düşünüyorum. Trajikliği şuradan geliyor, kendisini anlayan iki kişi vardı ve
ikisi de yok oluyor.
Canan:
Birinin O’nu anlamasına ihtiyacı var mı?
Erkan:
Var tabi ki. Edoardo ile olan ilişkisine
bakalım istersen. Lezbiyen olmasını, bu duygunun kendisinde bıraktığı izi
O’nunla paylaşıyor. Böyle bir ihtiyaç duyuyor. Bu ihtiyacını giderebileceği iki
kişi artık hayatında yok. Sonda annesiyle göz göze geldiği bir sahne vardı ki bence
“gitme” diyordu. Emma o kadar kararlıydı ki kızının bu ihtiyacını bile
görmezden geldi.
Canan:
Kendisini kabullenmiş bence. Ailenin
karşısına kısacık saçları ve maskülen tarzıyla çıkması bunun bir nev-i ilanı
aslında.
Erkan:
Güzel bir yere değindin. Zaten ilan etmek
konusunda sıkıntılar yaşadığını düşünüyorum. Ailenin karşısına çıkıp (Emma’nın
kilisede Antonioni’yi sevdiğini söylediği sahneyi hatırla) ''Ben lezbiyenim''
diyebilecek cesareti yok. Bununla birlikte O’nu anlayabilecek iki kişi de artık
hayatında yok. Trajikliği işte biraz buradan geliyor.
Canan: Aslında açıklama gereği duymadan
ilan etmek/uygulamak da bir cesaret. Ben anne ve kardeşiyle olan diyaloglarının
kendi cinsel yönelimiyle ilgili bir ihtiyaçtan geldiğini düşünmüyorum. Üçünün
arasındaki bağ çok sevgi dolu. Dediğin gibi geleneksel ve dede otoritesinin hâkim
olduğu bir ailede bu üçlü çok naif. Elisabetta aile içinde kendi çemberini
çizmiş; anne ve abisiyle hayatını paylaşıyor, diğerlerine ise bir açıklama
yapmayı düşünmeden sadece karşılarına çıkıyor. Maskülen giyimiyle veya
fotoğrafçılığa başlama kararıyla…
Erkan:
Günümüzde fazlasıyla sulandırılmış bir
konuya da değiniyor film!
Kentli insanın doğaya dönüşünün nasıl
olması ve nasıl olmaması gerektiğini anlatıyor. Organik tarım, doğaya dönelim,
yeşili sevelim, tarım yapalım, inek sağalım gibi cümlelerin ucu, her
kurulduğunda bir şekilde paraya doğru yol alıyor. Yani sermayeden kaçıp doğaya
dönelime yapılan her vurgu bir şekilde sermayeye bağlanıyor.
Canan: Mesela o yoga kamplarında, araba
girmeyen bakir koylardaki kulübe evlerde bir gece geçirmenin bedeli 5 yıldızlı
lüks resortlarla aynı. Ve bu ikisini kıyaslayınca bana o lüks resortlar daha
samimi geliyor. En azından neyse o, lafı dolandırmıyor!
Erkan:
İnsanlara 1 liralık arsayı 10 liraya
satarak elinde çapayla toprakla oyalayabiliyorsun.
Filmdeki doğaya dönüşü bu anlamda çok
naif buluyorum. Ucunda hiçbir sermaye bağlantısı olmayan bir dönüş söz konusu.
Filmin zaten mağara içerisinde bitmiş olması da bunu destekliyor.
Canan:
Emma açısından baktığın zaman Rusya’dan
getirilerek İtalyanlaştırılmış. Buna çok da itiraz etmemiş bir kadının mağaraya
dönmesi O’ndan beklenmeyecek kadar aykırı bir karar.
Erkan:
Şöyle bir şey de var; ''doğaya dönelim''
diyorsun, yaşadığın hayattan mutlu değilsin, rekabet ortamından sıkılıyorsun
ama zaten bu hayatta şikayetçi olduğun duyguları alarak doğaya dönüyorsun. Bu
zaten çok saçma olurdu.
Canan:
Çok saf ve temiz bir doğaya dönüş söz
konusu. Eski hayatına dair hiçbir şeyi taşımıyor, çok güzel sıyrılıyor.
Erkan:
Sermayenin bakış açısına göre bir son olsaydı;
dağ evinde Emma'yı bahçeden domates toplarken, Antonio’u da mutfakta müşteriler
için yemek pişirip, satıp para kazanırken görürdük.
Film kısaca bir şirketin küreselleşmesini
anlatıyor. Doğaya dönüşe dair keyifli şeyler söylüyor. Naif bir de aşk hikayesi
barındırıyor. Özellikle naif diyorum. Tutkulu bir aşk olmaması bence çok iyi
bir tercih olmuş.
Canan:
Zaten tutku denen şey de iktidar
hırsından çıkan bir gerilim. Çok iyi pazarlanıyor, o ayrı. (Gülüşmeler)
Erkan:
Kesinlikle. Zaten bu naif aşk hikayesinin
gerçek tutku olduğunu düşünüyorum. Emma rolünde Tilda Swinton’u nasıl buldun?
Canan:
Tilda Swinton’un malum bir androjen bir
havası var. O görünümünün, bedenindeki garip orantısızlığın, başta bahsettiğim
aile tarafından şekillendirilmeye çalışılmış kadın rolüne çok yakıştığını
düşünüyorum. '' Doğru olmayan bir şeyler var'' diyen bir vücut dili var.
Erkan:
Mevsimlerin kullanımdan bahsettik ama
filmde olmayan bir mevsim var. Film kış mevsimiyle açılıyor. İlkbahar sırların
açığa çıktığı bir dönem oluyor. Yaz ile birlikte aşk yaşanıyor. Ama sonbahar
yok. Bence sonbaharın kullanılmaması
önemli, sonbahar biraz ayrılık mevsimi ve Antonio ile Emma’yı ayrılırken
görebilirdik. Hiçbir şeyin sonsuza kadar devam etmeyeceğini düşünürsek sonbahar
olsaydı ilişkilerinin bitmesine de tanık olabilirdik.
Canan:
Tedirgin eden bir son var. Her şeyi
bırakıp gidiyor Emma. İzleyici biraz mutlak netlik bekliyor. Ama film çok naif
bir sonla bitiyor.
Erkan:
Dediğim gibi sonbahar olsaydı belki
ikiliyi ayrılırken görecektik. Bu anlamda aslında izleyicinin mutlu son
beklentisini de karşılıyor biraz.
Canan:
Filmde geçen bir repliği not almıştım.
Elisabetta Edoardo’ya söylüyordu sanırım.
“Mutlu, bir başkasını mutsuz eden bir
kelimedir." Anne ve kıza baktığın zaman ikisinin ayrı ayrı mutluluğu aile
için büyük bir yıkım.
Erkan:
Bence bu repliği
filmin her bir karakterine uygularsak sonuç alabiliriz. Edoardo’yu düşünelim;
at yarışında 2. Olması onun için bir mutsuzluk kaynağı değil, hatta halinden
memnun ve mutlu çünkü karşı tarafın hak ettiğini düşünüyor. Aile için ise bu
mutluluk bir yıkım. Elisabetta için de uyarlayabiliriz. Filmin başında resim
yerine fotoğrafa geçmesi O’nu mutlu etmişti ama aileden anında geri dönüşünü
aldığı bir mutsuzluğa neden olmuştu.
Canan:
Filmde en beğendiğin sahneler hangisi?
Filmde en beğendiğin sahneler hangisi?
Erkan: Filmin en iyi
sahnesi kesinlikle doğada, yeşillerin arasında Emma ve Antonio’nun seviştikleri
sahne. Makro lenslerle doğaya, yeşile, böceklere yaptığı çekim, Antonio ve
Emma’nın vücuduyla birlikte iyi bir harmoni oluşturuyor. Diğer sahne ise Emma’nın artık Antonio’yu
sevdiğini itiraf ettiği sahne. Kilisede gerçekleşiyor. İyi planlanmış bir
sahneydi. Emma'yı içeride ayakkabılarını çıkarmış üşür halde görüyorduk. Kocası Tancredi içeriye girip öncelikli
olarak ayakkabılarını giydiriyor ve üşüyen Emma’ya ceketini veriyor, Emma ise
tam bu anda Antonio’yu sevdiğini itiraf ediyor. Olayın cereyan ettiği mekânı da
düşünürsek; aslında Emma kendisine kutsal kadınlık görevi yükleyen kiliseye,
geleneksel İtalyan ailesine bir başkaldırı gerçekleştiriyor. Luca
Guadagnino’nun yönetimini bu anlamda çok başarılı buluyorum.
Senin en beğendiğin
sahneler hangileri oldu?
Canan:
Bahsettiğim gibi restoranda Antonio’nun, hazırladığı yemekleri yediği sahneler çok güzeldi. Eşin ceketi çekip alması da çok çarpıcıydı bence. Bunun da ifadesi zor benim için. Sanki adını, kudretini çekiyor da kadının hiçleşeceğini sanıyor. Devamında Emma’nın eve koşup tüm giysilerinden, kıymetli eşyalarından kurtulması, koşa koşa evden çıkması da harikaydı. Başkasını mutsuz eden mutluluğun en açık seçik göründüğü an bu andı bence.
Erkan:
Böylesine güzel bir filmi birlikte izleyip, yorumladığımız için teşekkür ederim.
Böylesine güzel bir filmi birlikte izleyip, yorumladığımız için teşekkür ederim.
Yorumlar