Ana içeriğe atla

Io Sono L'amore - I am Love



Erkan: 
Yemek filmlerini, seçtiğimiz film için uygun bulduğumuz konseptteki bir mekânda konuşmaya devam ediyoruz. Bu seriye Ratatuille ve Chef ile başlamıştık, sırada 2009 yapımı “I am Love” orijinal ismiyle “Io sono l'amore” var. Filme geçmeden önce dilersen ilk olarak mekânımız hakkında konuşalım biraz. Neden “Ravouna 1906”?



Canan: 
Ravouna 1906, hem filmi konuşabileceğimiz hem de filmin konseptine uygun bir mekân araştırırken karşıma çıktı. Gurme-blogger arkadaşlarımın paylaşımlarından aşinaydım buraya. I am Love’da ki enfes görüntülerle örtüşebileceğini düşündüm. Ama beklentimin çok çok üzerinde çıktı.

Erkan: 
Art Nouveau tarzındaki binaya baktığınızda etkileniyorsunuz fakat dışarıdan hiç de muhteşem bir İstanbul manzarasına sahipmiş gibi gözükmüyor aslında (Gülüşmeler). 
Filmimiz 2009 yapımı ama ülkemizde 2011 yılında vizyon yüzü görebilmiş. Filmi yeni mi izleme fırsatı buldun yoksa daha önce izlemiş miydin?

Canan: 
Filmi ilk olarak 2011 yılında izledim. Bazı şeyler silikleşmiş ama o 50mm’lik görüntüler hep zihnimde kalmış, filmin adı geçtikçe hep aklımda beliriyordu. İlk izlediğimde oluşan görüşlerim çok değişmedi ama yeni şeyler de keşfettim.

Erkan: 
Neler keşfettin?

Canan:
Filmi ilk izlediğimde daha çok kadın karaktere odaklıydım. Kadının Rusya’dan İtalya’ya bir evlilikle gelmesi, adının değişmesi, tam bir İtalyan olması… hatta gerçek adının bir kere bile telaffuz edilmemesi gibi detaylar beni çok etkilemişti. Nev-i şahsına münhasır ama bir o kadar da edilgen bir kadın olmasına takılıp kalmıştım.


Erkan:
Zaten filmde bu geleneksel İtalya ailesine karşı edilgen olmadığı tek an (Antonio ile yaşadığı ilişkiyi bunun dışında tutarak söylüyorum) en sonunda gittiği andı.

Canan:
Ben Emma’nın Antonio ile olan ilişkisinde de edilgen olduğunu düşünüyorum. Dokunan öpen genelde o değil Antonio mesela. Genel olarak kendini karşısındakinin inisiyatifine bırakan bir hal var bu kadında.

Erkan:
Zaten Antonio ile buluşmasının ertesinde flashbackli bir otel sahnesi vardı. Yüzünde aşkın tebessümü ve bir taraftan da çekingen ve ürkek bir bakış vardı.

Canan:
Mesela ilk izlediğimde sevmediğim bir detay vardı, ikinci izleyişte tamamen değişti. Kadın/anne, oğlunun arkadaşıyla yasak bir ilişki yaşıyor. Kendinden genç bir erkek. İki tabuyu birden tek seferde devirme söz konusu. Tabu dememin nedenini açmama gerek yok. Sadık bir kadının ve annenin kutsallığını en çok sinema dert eder… Bu “ihanetin” ardından gelen sahnede ise Edoardo’nun, annesiyle arkadaşının ilişkisini öğrenir öğrenmez öldüğünü görüyoruz. İlk izlediğimde ailesini aldatan Emma’nın “annelikle” cezalandırıldığını düşünmüştüm. Bu beni çok rahatsız etmişti. Ama dün gece yeniden izleyince kadının yaşadığından hiç pişman olmadığını, üzerine yıkılmaya çalışılan malum lanete hiç bulanmadığını gördüm. Oğul öldü ama hayat kaldığı yerden devam etti. 

Erkan:
Ben bu noktada Emma’nın “kutsal aileye” yaptığı bu aldatma eyleminin çok cezalandırıldığını düşünmüyorum açıkçası. Emma’ya en yakın karakter büyük oğlu Edoardo. Hatta Edoardo’nun Emma’ya çok benzediğine dair aile içinden mesajlar da işitiyorduk. Yani bu, geleneksel aile içerisinde aykırı duran iki karakter aslında. Ben Edoardo’nun da ilginç bir karakter olduğunu düşünüyorum. Tabi film Emma (Tilda Swinton) üzerine kurulu ama onunla birlikte en ilginç karakter bence.

Canan: 
Neden?

Erkan:
En başından başlayalım istersen. Film bir kere kışla açılıyor. Yani kışın yaptığı çağrışım; kar tarafından bazı şeylerin üstünün örtüldüğü şeyler… En kötü şeyi bile beyaza boyayarak her şeyi gizleme gibi bir özelliği var kışın. Bu gizin altında ise Milano’da tekstil işiyle uğraşan ağır geleneksel bir İtalyan ailesi var. Büyük baba işin köklerini II. Dünya savaşı zamanından başlatarak geliştirmiş. Büyük babanın doğum günü kutlaması sebebiyle büyük bir yemek düzenleniyor. Bu noktada Edoardo’nun filme dahil olduğu nokta çok ilginç. Girişi, at yarışı müsabakasında ikinci olarak yapıyor. Zaten söylentiler ondan önce geliyor. Bir kere Edoardo, ailenin kazanma geleneğine aykırı bir karakter. Kaybetme sebebi birkaç kez soruluyor ve hatta kaybetmemenin geleneklerinde olduğu doğrudan yüzüne söyleniyor. Bu yüzden Emma’nın o aykırılığına Edoardo’yu yakın buluyorum. Bu anlamda ailenin kızı Elisabetta’yı da aykırı buluyorum ama hem annesi hem de abisi kadar cesur bulmuyorum.

Canan:
Emma’yı neden cesur buluyorsun?

Erkan:
Bir kere böylesine geleneksel bir İtalyan ailesinin içerisinde yasak bir ilişki yaşıyor. Bunun açığa çıkmasından da rahatsız olmuyor. Hatta geleneksel kalıp ne der; ''erkek kadının peşinden koşar.'' fakat Emma’yı Antonio’nun peşinden koştururken bile görüyoruz. Antonio’yu takip sırasında bir kitapçıdan çıkarken çarpıştığı bir sahne vardı mesela.

Canan: 
Bu kısım benim için çok muğlak.

Erkan:
Filmin başına tekrar dönelim istersen. O gece Edoardo’nun at yarışını kaybetmesinden sonra ikinci bir darbe geliyor. Ailenin kızı Elisabetta'nın, ressamlığı bırakarak fotoğrafçılığa başladığını, dedesine hediye ettiği fotoğrafla öğreniyoruz. Aile için bu ikinci bir şok dalgası oluyor. Aslında bu iki olay yaşattığı artçılarıyla filmin ilerleyen bölümlerinde yaşanacak büyük depremi haber ediyor. Bu şok dalgalarının ardından büyük baba artık emekliliğini ve yerine kimlerin geçeceğini açıklıyor. Beklenildiği üzere yerini oğlu Tancredi’ye bırakıyor ve ikinci isim olarak da torunu Edoardo’yu açıklıyor. Zaten büyükbabayı canlı gördüğümüz tek sahne de bu; kış bölümündeki görkemli yemek sahnesi.

Canan: 
Ve meydan Ruslara (Rus kanı taşıyanlara) kalıyor. (Gülüşmeler)

Erkan:
Film bu noktadan sonra ilkbaharla açılıyor. Karın ortadan kalkması ve ilkbaharın başlaması bir devrin sonunun (büyük babanın ölümü) habercisi olmasının yanında kışın gizlediği o sırların yavaş yavaş ifşasına neden oluyor. İlk olarak, Elisabetta’nın lezbiyen olduğunu, Emma’nın kuru temizlemede Edoardo’nun ceketinde kızının O’na yazdığı notu tesadüfen bulup okumasıyla öğreniyoruz. Yani büyükbabanın ölümü birçok anlamda değişikliği beraberinde getiriyor. Bunu iş anlamında da görüyoruz mesela. O geleneksel aile şirketi globalleşme, dünya çapında marka olma ve yeni ortaklar bulma yoluna giriyor. Ben birazcık filmi şu şekilde okuyorum; Bu ailenin kökleri modernizme(bir nev-i İtalyan faşizmine) dayanıyor. Yani kapitalizmden, küresel sermayeli kapitalizme dönüşmeye çalışan bir şirketten bahsediyoruz. Bunun önündeki en büyük engel ise eski toprak büyük baba. O’nun ölümüyle birlikte bu süreç de hızlanmış oluyor. Bununla birlikte artık özgürlükler çağındayız. Piyasalara yansıyan bu özgürlük hayatlara da yansıyor. Edoardo tepenin başında bir restoran işletme hayalleri kurabiliyor. Ailenin kızı eşcinsel olduğunu fark edip, bu şekilde hayatını yaşama (sancılı bile olsa) kararı alabiliyor. Bu anlamda film günümüz dünyasını oldukça güzel özetliyor. Mesela Antonio ile Edoardo’nun dağın başındaki mekandaki konuşmasını hatırlayalım. Antonio, babasının burada bir restoran açma fikrine soğuk baktığından bahsediyor. Bu işte tam olarak postmodernizme aykırı bir durum aslında. Çünkü postmodern kafa tam olarak şunu söyler; ''evet restoranı buraya aç! Burada yemek yemeyi insanlara yepyeni bir deneyim olarak sun.'' Aslında film işte bu dönüşümün de hikayesi biraz.

Canan: 
Bu filmi konuşmamızın asıl nedenine gelelim bir de. Yemek sahneleri için ne düşünüyorsun? Yemek görüntülerinde net bir şekilde hazza odaklanılmasını çok sevdim.

Erkan:
Zaten yemeğin insanda iki önemli önceliği var; birincisi temel ihtiyaç,  diğeri ise haz. Film temel ihtiyaç önceliğinden çok senin de bahsettiğin gibi haz kısmıyla ilgileniyor.

Canan:
Emma’daki uyanışı, Antonio’ya olan ilgisini de yemek yediği anlarda gördük. İfade etmesi çok zor ama bir çiçeğin sulanıp açması gibi, Emma’nın da bu uyanışı en çok restoranda kendinden geçerek yemek yediği anda hissediliyordu.



Erkan:
Filmin çok garip bir havası var. Aşk var içinde, bir taraftan güzel yemekler görüyoruz. Mevsim geçişleri hikâyenin dramatik yapısına iyi yedirilmiş. Bu arada filmin dramatik yapısı için de oldukça önemli olan “Ukha çorbası” hakkında da konuşalım biraz. Ukha çorbası Emma’nın topraklarından sebzelerle zenginleştirilmiş bir balık çorbası aslında. Birçok yemek bloğu sayfasında çorbanın tarifine ulaşmak mümkün.


Canan: 
Çorba sanıyorum annesiyle arasındaki özel bir bağa dönüşmüş. Çorbayı kendine özel bellemiş olabilir. En yakın arkadaşının yapması, annesinin ona özel bir şeyi yaşıtı arkadaşına vermesi ve üzerine annenin yasak aşk yaşadığı gerçeği birbirine geçiyor. O tepkisi belki de annesinin ihanetine değil de kendisine özel olduğunu düşündüğü çorbanın bir başkasıyla paylaşılması olabilir. Çok kompleks bir kesişim; birbirinden ayırması zor.

Erkan:
Benim için dikkat çekici bir detay vardı. Filmde ailenin İtalyan faşizmine olan bağına yapılan göndermeyi çok beğendim. Özellikle ailenin isminin Recchi olmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum. Fabrika’da Edoardo ve kardeşi arasında bir diyalog yaşanıyordu. Fabrikanın işçi çıkarmasına Edoardo şiddetle karşı çıkıyor ve insanların mağdur edilmemesi gerektiğini savunup, büyükbabasının buna asla izin vermeyeceğinden bahsediyordu. Fakat kardeşi bunun gerekli olduğunu ve büyükbabalarının da İtalya faşizmiyle olan iyi ilişkilerini işaret ediyordu. Büyük baba Nazilerin Yahudilere uyguladığı politikaların İtalya’daki yansımalarından (işgücü anlamında) yararlanarak fabrikasında Yahudileri gönül rahatlığıyla kullanmış.  Hitler’in hüküm sürdüğü dönemin “Reich” olduğunu düşünürsek. Ailenin bu faşizmle olan bağını Recchi soy ismi iyi bir şekilde vurguluyor.

Canan:
''Bırakınız yapsınlar'' ailesi yani.

Erkan:
Aynen. Hatta bu durumdan büyük bir çıkar da elde edilmiş. Şirketin büyümesi ve zenginleşmesi gibi… 

Canan:
Sen tepeden bakıp aileyi iyi okumuşsun. (Gülüşmeler) Ben karakter tepkilerine çok takılıp kalıyorum. Mesela I am Love’da en sevdiğim şey, başta da söylediğim gibi Emma’yı yasın karşısına koyma biçimi oldu. Edoardo’nun arkadaşı ve annesi arasında olan yasak aşkı öğrenmesi sahnesi sonrasında ölümü, geleneksel anlamda Emma’ya kesilmiş bir ceza olarak okunur. Şehvetli kötü kadının cezalandırılması mitler içerisinde de sinemada da fazlasıyla kullanılır. Fakat bu ölümün ardından hala ben Antonioni’yi seviyorum diyebilmesi güzel bir sahneydi. En başta Emma edilgen demiştim. Bu sahneyle birlikte artık bir nevi bağımsızlığını ilan ediyor. Annesin, sana yüklenen görevleri elinin tersiyle itiyorsun, yasak bir aşk yaşıyorsun ve bunun sonucu olarak oğlunun ölümüyle cezalandırılma teşebbüsü görüyorsun. Fakat film, geleneksel sinemanın yaptığını yapı-bozuma uğratıyor, kadını cezalandırmıyor. Ve yaşadıklarından pişmanlık duymuyor.

Erkan:
Ben Edoardo’nun ölümünün filmin sonunu çok çok daha vurucu yaptığını düşünüyorum.

Canan:
Pişmanlık ya da suçluluk hissetmemesi güzeldi.

Erkan:
Zaten trajediyi ne kadar güçlü kılarsan, final de o kadar ihtişamlı olur.

Canan:
Sence hikâye nasıl devam etmiştir.

Erkan:
Hikâye mağarada devam etti. (Gülüşmeler) İki ana karakter açısından düşünürsek. Emma aşkı buldu O’nun için işler iyi gitti ama oğlunun acısını yaşamış oldu. Edoardo ise filmin en trajik sonuna sahip oldu.

Canan:
Elisabetta peki?

Erkan:
Elisabetta’nın durumu da trajik. Açılabildiği, kendisini ifade edebildiği iki kişi vardı. Annesi ve Edoardo; Edoardo malum öldü. Anne ise aileyi terk etti.

Canan:
Kızı neden trajik buluyorsun?

Erkan:
Yaptığı hiçbir şeyi kabullenmeyen bir aile var karşısında.

Canan:
Ama O kendini kabul etmiş ve çok net.

Erkan:
Ben de kendisiyle barışık olduğunu düşünüyorum. Trajikliği şuradan geliyor, kendisini anlayan iki kişi vardı ve ikisi de yok oluyor.

Canan:
Birinin O’nu anlamasına ihtiyacı var mı?

Erkan:
Var tabi ki. Edoardo ile olan ilişkisine bakalım istersen. Lezbiyen olmasını, bu duygunun kendisinde bıraktığı izi O’nunla paylaşıyor. Böyle bir ihtiyaç duyuyor. Bu ihtiyacını giderebileceği iki kişi artık hayatında yok. Sonda annesiyle göz göze geldiği bir sahne vardı ki bence “gitme” diyordu. Emma o kadar kararlıydı ki kızının bu ihtiyacını bile görmezden geldi.

Canan:
Kendisini kabullenmiş bence. Ailenin karşısına kısacık saçları ve maskülen tarzıyla çıkması bunun bir nev-i ilanı aslında.

Erkan:
Güzel bir yere değindin. Zaten ilan etmek konusunda sıkıntılar yaşadığını düşünüyorum. Ailenin karşısına çıkıp (Emma’nın kilisede Antonioni’yi sevdiğini söylediği sahneyi hatırla) ''Ben lezbiyenim'' diyebilecek cesareti yok. Bununla birlikte O’nu anlayabilecek iki kişi de artık hayatında yok. Trajikliği işte biraz buradan geliyor.


Canan: Aslında açıklama gereği duymadan ilan etmek/uygulamak da bir cesaret. Ben anne ve kardeşiyle olan diyaloglarının kendi cinsel yönelimiyle ilgili bir ihtiyaçtan geldiğini düşünmüyorum. Üçünün arasındaki bağ çok sevgi dolu. Dediğin gibi geleneksel ve dede otoritesinin hâkim olduğu bir ailede bu üçlü çok naif. Elisabetta aile içinde kendi çemberini çizmiş; anne ve abisiyle hayatını paylaşıyor, diğerlerine ise bir açıklama yapmayı düşünmeden sadece karşılarına çıkıyor. Maskülen giyimiyle veya fotoğrafçılığa başlama kararıyla…

Erkan:
Günümüzde fazlasıyla sulandırılmış bir konuya da değiniyor film!
Kentli insanın doğaya dönüşünün nasıl olması ve nasıl olmaması gerektiğini anlatıyor. Organik tarım, doğaya dönelim, yeşili sevelim, tarım yapalım, inek sağalım gibi cümlelerin ucu, her kurulduğunda bir şekilde paraya doğru yol alıyor. Yani sermayeden kaçıp doğaya dönelime yapılan her vurgu bir şekilde sermayeye bağlanıyor.

Canan: Mesela o yoga kamplarında, araba girmeyen bakir koylardaki kulübe evlerde bir gece geçirmenin bedeli 5 yıldızlı lüks resortlarla aynı. Ve bu ikisini kıyaslayınca bana o lüks resortlar daha samimi geliyor. En azından neyse o, lafı dolandırmıyor!

Erkan:
İnsanlara 1 liralık arsayı 10 liraya satarak elinde çapayla toprakla oyalayabiliyorsun.
Filmdeki doğaya dönüşü bu anlamda çok naif buluyorum. Ucunda hiçbir sermaye bağlantısı olmayan bir dönüş söz konusu. Filmin zaten mağara içerisinde bitmiş olması da bunu destekliyor.

Canan:
Emma açısından baktığın zaman Rusya’dan getirilerek İtalyanlaştırılmış. Buna çok da itiraz etmemiş bir kadının mağaraya dönmesi O’ndan beklenmeyecek kadar aykırı bir karar.

Erkan:
Şöyle bir şey de var; ''doğaya dönelim'' diyorsun, yaşadığın hayattan mutlu değilsin, rekabet ortamından sıkılıyorsun ama zaten bu hayatta şikayetçi olduğun duyguları alarak doğaya dönüyorsun. Bu zaten çok saçma olurdu.

Canan:
Çok saf ve temiz bir doğaya dönüş söz konusu. Eski hayatına dair hiçbir şeyi taşımıyor, çok güzel sıyrılıyor.

Erkan:
Sermayenin bakış açısına göre bir son olsaydı; dağ evinde Emma'yı bahçeden domates toplarken, Antonio’u da mutfakta müşteriler için yemek pişirip, satıp para kazanırken görürdük.
Film kısaca bir şirketin küreselleşmesini anlatıyor. Doğaya dönüşe dair keyifli şeyler söylüyor. Naif bir de aşk hikayesi barındırıyor. Özellikle naif diyorum. Tutkulu bir aşk olmaması bence çok iyi bir tercih olmuş.

Canan:
Zaten tutku denen şey de iktidar hırsından çıkan bir gerilim. Çok iyi pazarlanıyor, o ayrı. (Gülüşmeler)

Erkan:
Kesinlikle. Zaten bu naif aşk hikayesinin gerçek tutku olduğunu düşünüyorum. Emma rolünde Tilda Swinton’u nasıl buldun?

Canan:
Tilda Swinton’un malum bir androjen bir havası var. O görünümünün, bedenindeki garip orantısızlığın, başta bahsettiğim aile tarafından şekillendirilmeye çalışılmış kadın rolüne çok yakıştığını düşünüyorum. '' Doğru olmayan bir şeyler var'' diyen bir vücut dili var.

Erkan:
Mevsimlerin kullanımdan bahsettik ama filmde olmayan bir mevsim var. Film kış mevsimiyle açılıyor. İlkbahar sırların açığa çıktığı bir dönem oluyor. Yaz ile birlikte aşk yaşanıyor. Ama sonbahar yok.  Bence sonbaharın kullanılmaması önemli, sonbahar biraz ayrılık mevsimi ve Antonio ile Emma’yı ayrılırken görebilirdik. Hiçbir şeyin sonsuza kadar devam etmeyeceğini düşünürsek sonbahar olsaydı ilişkilerinin bitmesine de tanık olabilirdik.

Canan:
Tedirgin eden bir son var. Her şeyi bırakıp gidiyor Emma. İzleyici biraz mutlak netlik bekliyor. Ama film çok naif bir sonla bitiyor.

Erkan:
Dediğim gibi sonbahar olsaydı belki ikiliyi ayrılırken görecektik. Bu anlamda aslında izleyicinin mutlu son beklentisini de karşılıyor biraz.

Canan:
Filmde geçen bir repliği not almıştım. Elisabetta Edoardo’ya söylüyordu sanırım.
Mutlu, bir başkasını mutsuz eden bir kelimedir." Anne ve kıza baktığın zaman ikisinin ayrı ayrı mutluluğu aile için büyük bir yıkım.

Erkan:
Bence bu repliği filmin her bir karakterine uygularsak sonuç alabiliriz. Edoardo’yu düşünelim; at yarışında 2. Olması onun için bir mutsuzluk kaynağı değil, hatta halinden memnun ve mutlu çünkü karşı tarafın hak ettiğini düşünüyor. Aile için ise bu mutluluk bir yıkım. Elisabetta için de uyarlayabiliriz. Filmin başında resim yerine fotoğrafa geçmesi O’nu mutlu etmişti ama aileden anında geri dönüşünü aldığı bir mutsuzluğa neden olmuştu.

Canan: 
Filmde en beğendiğin sahneler hangisi?

Erkan: Filmin en iyi sahnesi kesinlikle doğada, yeşillerin arasında Emma ve Antonio’nun seviştikleri sahne. Makro lenslerle doğaya, yeşile, böceklere yaptığı çekim, Antonio ve Emma’nın vücuduyla birlikte iyi bir harmoni oluşturuyor.  Diğer sahne ise Emma’nın artık Antonio’yu sevdiğini itiraf ettiği sahne. Kilisede gerçekleşiyor. İyi planlanmış bir sahneydi. Emma'yı içeride ayakkabılarını çıkarmış üşür halde görüyorduk.  Kocası Tancredi içeriye girip öncelikli olarak ayakkabılarını giydiriyor ve üşüyen Emma’ya ceketini veriyor, Emma ise tam bu anda Antonio’yu sevdiğini itiraf ediyor. Olayın cereyan ettiği mekânı da düşünürsek; aslında Emma kendisine kutsal kadınlık görevi yükleyen kiliseye, geleneksel İtalyan ailesine bir başkaldırı gerçekleştiriyor. Luca Guadagnino’nun yönetimini bu anlamda çok başarılı buluyorum.
Senin en beğendiğin sahneler hangileri oldu?


Canan: 
Bahsettiğim gibi restoranda Antonio’nun, hazırladığı yemekleri yediği sahneler çok güzeldi. Eşin ceketi çekip alması da çok çarpıcıydı bence. Bunun da ifadesi zor benim için. Sanki adını, kudretini çekiyor da kadının hiçleşeceğini sanıyor. Devamında Emma’nın eve koşup tüm giysilerinden, kıymetli eşyalarından kurtulması, koşa koşa evden çıkması da harikaydı. Başkasını mutsuz eden mutluluğun en açık seçik göründüğü an bu andı bence.

Erkan: 
Böylesine güzel bir filmi birlikte izleyip, yorumladığımız için teşekkür ederim.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas