Ana içeriğe atla

The Neon Demon

The Neon Demon’un en çok neye benzediğini düşündüğümde çokça duyduğumuz Bunuel ve David Lynch’ten ziyade aklıma ilk gelen film ve yönetmen “Passion” ve Brain De Palma oldu. Brain De Palma 2012 yılında küresel bir şirkette, rekabetin ayyuka çıktığı ve bu rekabetin yer yer saplantılara dönüştüğü, rüyaların gerçekle birbirine karıştığı, entrikaların kol gezdiği bir filme imza atmıştı. Bilinçli bir tercihle ucuz bir estetik yol haritası çizen yönetmen filmin kurgusundan camp oyunculuklara, müziğine hatta dublajlanmış diyaloglarına kadar B filmi estetik kurallarını takip etmişti.
The Neon Demon ‘da genel olarak birçok sektörde görebileceğimiz kıskançlık, rekabet ve intikam üzerine ”moda” dünyası üzerinden odaklanıyor. Genç yaşında model olarak Los Angeles’e gelen masumiyet timsali Jesse’nin hikayesini anlatan film, sektörün çıkmazları ve acımasızlıkları içerisinde O’nun yok oluşuna odaklanıyor.
Bu masumiyetin yanına kan, erotizm ve şiddeti ekleyen Refn elektronik müzik kuşağına ritmik bir şekilde renkte pompalıyor. Etkileyeci renk kullanımı, rüyamsı atmosferi, video klip estetiği sizi hemen içine çekse de filmin asıl sorunu yani yüzeysellikten öteye gidemediğini de belirtmekte fayda var.
Sansasyonel filmlerin yönetmeni Refn şüphesiz yine kendi tarzını fazlasıyla hissettiren “kitsch” bir işe imza atmış. Fakat performansı kariyerini yükselişe geçiren “Drive”’in hala çok uzağında...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas