Ana içeriğe atla

True Blood-Walking Dead-Game of Thrones-American Horror Story


Fantastik bir yapımın gücü, şüphesiz gerçekle kurduğu bağ ve yine gerçekle attığı köprülerin sağlamlığıyla orantılıdır. Son dönemde izlediğimiz TV dizilerinin en iyilerinin Fantastik uyarlamalar olması tesadüf olmasa gerek. Mesela birçok farklı mahlukatı barındıran "True Blood" temelinde demokrasi denen yönetim biçiminin ne kadar mümkün olduğunu irdelerken; eşitlik, haklar üzerine sorgulamalara da yol açıyordu. Game of Thrones; iktidarın ışıltısıyla gözleri kan bürüyen, birbirine diş bileyen ülkelerin çekişme ve diplomasilerinin bir ikamesini kendisine özgü farklı dünyasında yansıtıyor. İkinci sezonu yeni sonlanan American Horror Story ise; Modernizm'im mirasını devralan Post-Modernizm'in psikanalizine bir akıl hastanesinde soyunurken korku külliyatının yanında fantastik korku ögelerini de fazlasıyla barındırıyordu. Son olarak üçüncü sezonunu birkaç gün önce noktalayan Walking Dead ise insanoğlunun birlikte yaşarken nasıl örgütlendiğine göz atarken, evrimi tersine işletiyor. Üçüncü sezonun sonunda tekrar sine-i millete dönen Rick'in yeni sezonda oğlu Carl ile arasında olası bir iktidar kavgası, ortaçağ baba-oğul taht kavgalarını andıracak gibi duruyor. Aralarında Ödipal bir çekişmenin sinyallerini ise şimdiden (üçüncü sezon finali) veriyor.


Bu birbirinden iyi fantastik uyarlamalar gerçekle kurdukları bağ, yarattıkları evrenlerin göz kamaştırıcılığı ve izleyicisinin kafasında bıraktığı soru işaretleri ile TV uyarlamalarının adeta doğru rotada olduklarını haykırıyorlar.
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas