2007 yılında çektiği "4 luni,3 saptamani si 2 zile" ile minimalist bir iş ortaya koyan Christian Mungiu benzerini gerilim ve korku ustalarından görebileceğimiz türden bir gerilim atmosferi yaratmayı da başarmıştı. Yönetmen , yeni filmi Dupa dealuri (Tepelerin Ardında) ile ortodoks bir manastırda şeytan çıkarma ayinine odaklanıyor ve yine iyi bir dramanın içerisinde iyi bir gerilim yaratıyor.
Aynı yetimhanede büyümüş iki yakın arkadaşın daha sonra yolları ayrılmış; Voichita Almanya'ya göç ederken, Alina ise bir manastıra sığınmıştır. Voichita'nın Romanya'ya arkadaşını ziyarete gelmesiyle birlikte manastırda beklenmedik olaylar yaşanmaya başlayacaktır.
Otorite kurumlarının panzehiri;
"4 luni,3 saptamani si 2 zile" ile kötü bir otelde yasa dışı gerçekleşen kürtajı an ve an kaydeden yönetmen bu sefer kamerasının odağını izbe bir manastıra çeviriyor. İster istemez bu durum bizleri ilk iki filmi beraber okuma zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. Çünkü; ilk filmde otoriter devlet aygıtı tarafından bedene uygulanan tahakküm irdelenirken, bu yeni filmle birlikte Ortodoks bir kilisenin yasak bir aşka ve bunun filizlendiği bedenlere uyguladığı yaptırımı izlemiş oluyoruz. İlk filmde pozitivist baskının yerini bu sefer metafiziksel ögeler almış oluyor. Dupa Dealuri ile de sık sık yaşanan pozitivist-metafizik çatışması bir tarafın iyi, bir tarafın kötü gözükmesi üzerine kurulu değil. Zaten yönetmenin böyle bir çatışma ortamı kurup bir tarafı aklamaya, bir tarafı yerin dibine sokmak gibi bir çabası da yoktur. Mungiu'nun tek derdi otoriter kurumların ve kısıtladıkları özgürlüklerin insan bedeninde bıraktığı tahribat. Zaten son sahnede hatırlayacağımız üzere arabanın içinden geçen diyalog şu şekilde gerçekleşiyordu;
- "Kötülük her yerde"
Bu diyalog arabanın üzerine sıçrayan çamurla birlikte izleyicinin kulağına şu şekilde çalınıyor;
Kötülük; ilk filmde olduğu gibi izbe bir otelde kürtaj olmak zorunda bırakan otoriter bir rejimin içinde ya da Ortodoks bir kilisede de pekala olabiliyor.
Mungiu iyi bir gerilim yönetmeni aynı zamanda;
Mungiu hazmı zor dramlar çekiyor. İnsanın boğazında düğümlenen, saniyedeki o yirmi dört karenin adeta saatlerde geçtiği, filmin süresinin 2,5 saat değilde 10 saatmiş gibi sürdüğü, izleyici koltuğunda boğan dramlar çekiyor. Bunun yanında yönetmenin böyle güçlü bir dramın içerisine oldukça iyi gerilim ögeleri de serpiştirebiliyor. Genellikle bunu konvansiyonel sinema numaraları ile de gerçekleştirmiyor. Kurmacayla -gerçek arasındaki çizgiyi silikleştiren tarzının yanında biçimsel olarak yaptığı tercihlerde gerilimin seyirci üzerinde etkisi artıyor. Özellikle iç mekanlarda, net alan derinliğinin yüksek olduğu sahnelerde karakterlerin her birinin yüz ayrıntılarını bizlere sunarken, 2.35:1'in yarattığı basık kadrajlar ise ister istemez izleyicisinde klostrofobik bir etki bırakıyor.
Mungiu kaldığı yerden devam ediyor;
Cristian Mungiu otoriter kurumların insan bedeninde yarattığı tahribatın ve sınırlanan özgürlüklerin nasıl sonuçlar doğuracağına dair oluşturduğu sinema dili, ülkesinin yanında dünya sineması içinde bir kazanç gibi gözüküyor.
Aynı yetimhanede büyümüş iki yakın arkadaşın daha sonra yolları ayrılmış; Voichita Almanya'ya göç ederken, Alina ise bir manastıra sığınmıştır. Voichita'nın Romanya'ya arkadaşını ziyarete gelmesiyle birlikte manastırda beklenmedik olaylar yaşanmaya başlayacaktır.
Otorite kurumlarının panzehiri;
"4 luni,3 saptamani si 2 zile" ile kötü bir otelde yasa dışı gerçekleşen kürtajı an ve an kaydeden yönetmen bu sefer kamerasının odağını izbe bir manastıra çeviriyor. İster istemez bu durum bizleri ilk iki filmi beraber okuma zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. Çünkü; ilk filmde otoriter devlet aygıtı tarafından bedene uygulanan tahakküm irdelenirken, bu yeni filmle birlikte Ortodoks bir kilisenin yasak bir aşka ve bunun filizlendiği bedenlere uyguladığı yaptırımı izlemiş oluyoruz. İlk filmde pozitivist baskının yerini bu sefer metafiziksel ögeler almış oluyor. Dupa Dealuri ile de sık sık yaşanan pozitivist-metafizik çatışması bir tarafın iyi, bir tarafın kötü gözükmesi üzerine kurulu değil. Zaten yönetmenin böyle bir çatışma ortamı kurup bir tarafı aklamaya, bir tarafı yerin dibine sokmak gibi bir çabası da yoktur. Mungiu'nun tek derdi otoriter kurumların ve kısıtladıkları özgürlüklerin insan bedeninde bıraktığı tahribat. Zaten son sahnede hatırlayacağımız üzere arabanın içinden geçen diyalog şu şekilde gerçekleşiyordu;
- "Kötülük her yerde"
Bu diyalog arabanın üzerine sıçrayan çamurla birlikte izleyicinin kulağına şu şekilde çalınıyor;
Kötülük; ilk filmde olduğu gibi izbe bir otelde kürtaj olmak zorunda bırakan otoriter bir rejimin içinde ya da Ortodoks bir kilisede de pekala olabiliyor.
Mungiu iyi bir gerilim yönetmeni aynı zamanda;
Mungiu hazmı zor dramlar çekiyor. İnsanın boğazında düğümlenen, saniyedeki o yirmi dört karenin adeta saatlerde geçtiği, filmin süresinin 2,5 saat değilde 10 saatmiş gibi sürdüğü, izleyici koltuğunda boğan dramlar çekiyor. Bunun yanında yönetmenin böyle güçlü bir dramın içerisine oldukça iyi gerilim ögeleri de serpiştirebiliyor. Genellikle bunu konvansiyonel sinema numaraları ile de gerçekleştirmiyor. Kurmacayla -gerçek arasındaki çizgiyi silikleştiren tarzının yanında biçimsel olarak yaptığı tercihlerde gerilimin seyirci üzerinde etkisi artıyor. Özellikle iç mekanlarda, net alan derinliğinin yüksek olduğu sahnelerde karakterlerin her birinin yüz ayrıntılarını bizlere sunarken, 2.35:1'in yarattığı basık kadrajlar ise ister istemez izleyicisinde klostrofobik bir etki bırakıyor.
Mungiu kaldığı yerden devam ediyor;
Cristian Mungiu otoriter kurumların insan bedeninde yarattığı tahribatın ve sınırlanan özgürlüklerin nasıl sonuçlar doğuracağına dair oluşturduğu sinema dili, ülkesinin yanında dünya sineması içinde bir kazanç gibi gözüküyor.
Yorumlar