Ana içeriğe atla

Ruby Sparks


2006 yılında çektikleri Little Miss Sunshine ile birçok çevre tarafından beğeniyle karşılanan ve bolca ödül alan karı koca yönetmenler Jonathan Dayton ile Valerie Faris beklenen yeni filmleri Ruby Sparks ile tekrar beyazperdeye dönüş yaptılar. Amerikan bağımsız sinemasının birçok klişesini ustaca kullandıkları bir aile içi komedi (her ne kadar bu filmlerinde de aile içi komedi eksik olmasa da) olan ilk filmlerinden farklı bir yapım Ruby Sparks. 


Usta yönetmen Fellini'nin 8½ ile Charlie Kaufman birçok senaryosunda, Woody Allen'in bazı filmlerinde ve son dönemde izlediğimiz bir TV dizisine (Californication) bile genel hatlarıyla hakim olmuş bir temadır yaratım sıkınıtısı. Ruby Sparks'ta merkezine yaratım sıkıntısını alarak kadın-erkek ilişkilerine bir bakış sergilemeye çalışıyor. 

Calvin genç yaşına rağmen büyük bir başarı elde etmiş fakat daha sonra duraklama evresine girmiş ve tıkanmış bir yazardır. Gördüğü rüyanın etkisiyle seveceği bir kadın karakter yaratarak adına Ruby koyan Calvin, bir hafta sonra Ruby'i evine yerleşmiş bir şekilde tam karşısında görünce ne yapacağını şaşırır. 

Hayat, kadınlar kadar erkeklerinde trajedisine ev sahipliği yapar... Bu trajedi erkeğin zihninde kalan ataerkil ve feodal kırıntılardan kaynaklıdır. (Yanlış anlaşılmasın mağduriyeti bu yalana inanmış olması ve bu yalanla baş etmek zorunda olmasıdır.) Film, başta bahsettiğim gibi Calvin'in yazma problemi üzerinden kadın-erkek ilişkilerini kurcalıyor. Calvin, karakterinin ete-kemiğe bürünmesiyle birlikte önce bu aşkın tadını çıkarıyor. Ruby'nin ondan uzaklaşmaya başlamasıyla birlikte ise kontrolden çıkmaya başlıyor. Yarattığı Ruby karakterine günden güne bağlanan Calvin belki bahsettiğim ataerkil kırıntıların etkisiyle belkide yaratıcı egosuyla O'nu tam bir yaratım nesnesine dönüştürerek olayı her istediğini yaptırma şımarıklığına kadar taşıyor. 

Yönetmenler Jonathan Dayton, Valerie Faris belki karı-koca olmalarının da etkisiyle çok yönlü bir hikayeyi ustaca şekillendiriyorlar. Hem yaratım sıkıntısı çeken bir yazarı kadın-erkek ilişkisiyle iliştirip, bir ilişkinin başlama,ilerleme ve bitiş evrelerine göz atarken. Hem de bir erkeğin trajedisine oldukça eğlenceli bir şekilde yer veriyorlar. 

Ruby Sparks, Little Miss Sunshine kadar iyi bir film değil hatta yönetmenlere olan beklentilerimizi düşününce birazcık vasat kaçıyor. Fakat kadın-erkek ilişkilerine ve yaratım sıkıntısı üzerine keyifli bir seyirlik vaat ediyor sadece.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas