Ana içeriğe atla

American Horror Story

Ryan Murphy geçen sezon başladığı korku serisi American Horror Story ile yeni sezonda kaldığı yerden heyecan ve gerilim fırtınası koparmaya devam ediyor.

Tavan arası ve bilinçaltı...

Eski, hayaletli evler, özellikle tavan arası; korku sinemasında fazlasıyla kullanılmıştır. Bilinçaltının bir arketipi olarak hizmet eden, bastırılarak saklanmış bilinçaltını temsil eden bu yer, yeni ziyaretçileriyle birlikte güncelle olan ilişkilerini geçmiş paydasında sürdürürler. Genellikle miras olarak yeni ziyaretçilerini kabul eden bu mekanlar, eski sahiplerinin travmalarının bir tezahürünü yeni sahipleri üzerinde canlandırırlar. Çoğu sosyal, ekonomik ya da psikolojik temellere dayanan bu travmaların eski sahipleri, mülkle birlikte bu travmalarını da mirasçılarına devretmiş olurlar.

Eskiye dönüş ve Retro...

American Horror Story birinci sezonda merkezine "Hayaletli Ev" konseptini koymuş ve sezonun tamamına yakını bu mekanda geçmişti. Hatırlayacağımız üzere Harmon ailesinin hayatı Vivian'ın kocasını başka bir kadınla yakalamasıyla altüst olur. Yeni bir başlangıç yapmak için fiyatı çok ucuz olan bir ev bulup alırlar. Dikkat edeceğimiz üzere Harmon ailesine herhangi bir miras kalma durumu söz konusu değil, aile kendi iradesiyle eski bir evi satın alıyor. Günümüz "retro tüketim çılgınlığının" bir tezahürü olarak karşımıza çıkan bu sahne ikinci sezonla birleşerek günümüz siyasi konjonktürü üzerine de çeşitli okumalara vesile olmuş oluyor.

Retro bildiğimiz üzere kültürel olarak eskimiş ya da modası geçmiş bir akımın yeniden popülerleşerek yaygın bir stil haline gelmesi anlamına gelir.

Harmon ailesi kendi içlerindeki travmaları atlatmak için (siyaset üretememe ve geçmişe dönüş) retro diyebileceğimiz bir hamleyle eski, nostaljik bir evi satın almış, çiftimiz burada da huzuru bulamamış ve evin karanlık dehlizlerinde kaybolmuşlardı. Ryan Murphy serinin bu ikinci sezonu ile bir akıl hastanesinde geçen bir yapımla seriye devam ediyor. Geçtiği dönem (İkinci dünya savaşı sonrası) itibariyle serinin ilk sezonundan farklı bir noktada, farklı bir seri gibi duran yapımın ilk sezonla da sıkı bir akrabalık bağı bulunmakta.Yönetmen ikinci sezon ile günümüz retro tüketim çılgınlığının kökenine bir akıl hastanesinde iniyor ve bu çılgınlığın günümüz politik atmosferiyle akrabalık ilişkilerini irdeliyor.

Bit pazarına nur yağar mı?

Sürekli dönen plağa yapılan yakın çekimler, tül çorabın bacakta akışına yapılan tilt, döneme ait seksi iç çamaşırları, viski şişelerine yapılan kesmeler, dönemin çekim tekniklerine benzeyen çekimler(Amerikan Rüyasını, Ev kadınlığını pazarlayan reklam filmleri) günümüz retro çılgınlığının gerçek yüzleri olarak ait oldukları dönem içerisinde bu sezona hizmet ediyorlar. (Bir dönemin popüler temasına; uzaylı ve UFO göndermelerini de bu haneye yazmak gerekli)


Retro siyaset-Retro kültür;

Serinin içerisinde barındırdığı "seri katil" ve geçen sezonun "Ben" karakteri arasındaki ilişkinin bir kan bağı taşıyor gibi gösterilmesi, içerisine şeytan girmiş bir rahibe, ikinci dünya savaşı sonrası deneylerine devam eden sapkın bir Nazi Subayı ve ortaklık kurduğu rahibin bu yeni sezonda bulunması günden güne totaliterleşen günümüz politik rejimlerinin beslendiği politik dilin retro kaynağını deşifre etmiş oluyor.


İlk sezon ile eski ve hayaletli bir ev ile açılan kapılar (bilinçaltı) günümüz siyasi konjoktürünün geçmişe dönük dili (günden güne totaliterleşme) ile retro tüketim çılgınlığı arasındaki bağına göz atıyordu. (eski hatalarını telafi edip yeni bir hayata başlamak isteyen ailenin geçmişe dönük retro bir çözüm bulması)  Bu ikinci sezon ile birlikte kültürü belirleyen ideolojinin (günümüz siyasi konjoktürü)  beslendiği retro dilin kökenlerine (ikinci dünya savaşının hemen sonrası) doğru bir yolculuk yapmış oluyoruz. Kısaca retro bir siyaset anlayışının, retro bir kültürü de beraberinde getirdiği bu iki sezonun en temel mesajı olmuş oluyor. Ryan Murphy'nin yeni sezonla birlikte neler yapacağını merakla beklemek ise bizlere düşüyor...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas