Ana içeriğe atla

Codayi-i nadir ez simin


İranlı yönetmen Asghar Farhadi "Altın Ayı" ve akabinde "Golden Globe"'dan ödülle dönen son filmi "Jodaeiye Nader az Simin" ile seyircisinde kimin suçlu, kimin masum olduğuna dair soruların havada uçuştuğu, iyi geliştirilmiş karakterleriyle sınıflara ayrılmış topluma dair iyi bir dram.Boşanmış bir orta sınıf İranlı çiftin yaşlı babası için alt sınıf bir bakıcı tutması sonucu gelişen entrikalar üzerine kurulu, suçlu kim sorusunun filmin sonuna kadar yakanınızı bırakmadığı fakat yönetmenin filmin sonunda bunu tersyüz ederek suçu sınıfsal topluma yıktığı filmde; yönetmenin tek derdi de kokuşmuş ilişkiler yumağı içerisinde sınıfsal bir tespit yapmakta değil tabiki. Alzheimer hastası babayı sancılı "İran Rejimi", geleneklerine bağlı ve hasta babanın düzeleceğine dair belli bir saplantı geliştirmiş olan oğlu İran'ın muhafazakar kesimi ve yurtdışına gidip hayatını orada yaşamak isteyen, kızının böyle bir ortamda yetişmesini istemeyen anneyi ise yenilik isteyen kesim olarak ayırıp okumakta mümkün. İşte bu noktada ise filmin en önemli silahı ise geleceği temsilen "çocuklar" ;film boyunca sürekli yetişkin konuşmaları yapılacağı için kapı önüne itilen çocuklar, anne-baba arasında sürekli bir seçim yapmak zorunda bırakılıyor. Yönetmen jeneriği gibi finalini de büyük yapıyor ve çiftin çocuklarını bu seçimi yapması için hakimle başbaşa bırakıyor. Tabii yapılan seçimin (İranlı gençlerin gelecek için ne istediği) meyilini izleyicisine bırakıyor. Kapının önüne itilmiş çocuk "Bizim topraklarımız da" apolitize edilmiş kendi kuşağım içinde önemli bir alegori. Gerçeklerin gizlenmesini isteyenler "çocukları (geleceği)" kapı önüne koyabilirler ama unutmamaları gereken bi'şey vardır; Anahtar deliğinden tüm gerçekler yavaşta olsa "tüm çıplaklığıyla" sızar.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas