Ana içeriğe atla

The X - Files : I Want to Believe


Bir TV klasiği deyip geçmek istemiyorum X-Files için bir TV olayı, bir TV devrimi, bir dönem klasiği ne bileyim bir sürü şey saymak istiyorum ama tek şeyle açıklayamam efsane diziyi. X-Files'in bizi TV ekranlarından terk etmesinin üzerinden altı sene geçmiş(Mulder ve Scully'nin yüzlerideki çizgileri görünce ne kadar geçtiğini daha kolay idrak ediyor insan) ve filmin çekimini ilk duyduğumda Chris Carter'ın efsaneyi yeniden hortlatacağını düşünmüştüm. Fakat filmi izlediğimde öyle bir maksat olmadığını sadece Mulder ve Scully'nin gizli dosyalar sonrası yaşamlarına bir göz atmaktan ve bir polisiye dosyayı çözmekten öte gitmediğine kanaat getirdim. Yolunu bilimin ışığında çizen Scully yine aynı Scully ve Katolik bir klise hastanesinde sivri bir bilim adamı görüntüsünde. Mulder da yine bildiğiniz üzere yine tanıdığımız Mulder ve yanında bilimsel bir açıklama yapılsa bile ve bu açıklama doğru olsa bile en olmaz komplo teorileri üreterek ve olayları en paranormal şekilde açıklamaya devam ediyor. Odasında hala asılı duran "I want to Believe" onunla özdeşleşmiş bir vecize oldu artık. Genel olarak filmin atmosferi bir X-Files dizisindeki gerilimde ilerliyor fakat karakterlerimiz ununu eleyip, eleğini astığı ve FBI'dan ayrıldığı için sizde onlar gibi olaylara (rehber gibi) dışarıdan bakabiliyorsunuz. Tabi bu film için bir başarımıdır , başarısızlıkmıdır o da kişisel kanaate kalmış tabiki. Çok sıkı bir gerilim olmasa bile, dizinin içinde bu filmle yarışacak bölümler bulunabilecek olunsa bile, peliküle bir film değil bu, eski dostları görmüş olmak gibi bir sevinçle izleyip , seviyorsunuz filmi.
Tanrıdan, bilimden herşeyden inancını kaybetmekte olan Scully, denizden düşen yılana sarılır hesabı psişik Peder Joseph'e sarılıyor. Scully, yıllardır gözünün önünde olan Mulder'ın yaptığı basit bir eylemi Peder Joseph'in dilinden nasihat olarak duyuyor.

....VAZGEÇME....


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas